18 Mayıs 2011 Çarşamba

Hayal kuşu

                                                          Ben masalcı,
                                                          Ben hayal kuşu.
                                                          Ormanın perisi
                                                          Rüya ve leylak
                                                         

17 Nisan 2011 Pazar

BANK



O bankı ne çok aradık. Hani meşhur bankı. Sanırım yerinde yoktu. Yoksa biz başka yerde mi aradık?
 Yine de ümitsizliğe kapılmadık. Biliyorum bir gün bulacağız. Üstüne yazacaklar" Bu bank o bank" diye.

 Şebboyları kolaya koklaya   devam ettik yola. Taksim her zamanki gibi insan seli. O sele kapılıp aktık biz de bir süre. Sinemaya geldiğimizde ilk önce SAÇ filmini seyrettik. Sonra hiç nefes almadan koşa koşa bir diğerine girdik.

 Filmin adı "ŞİİR" ise o film seyredilmeli bence.

  İstanbul Film Festivalinin son gününde şiir seven dört kafadar "ŞİİR"  gibi bir filmde buluştuk.

  Birimiz uykusuz ve güzel bir gecenin ertesinde, birimiz dostlarla karşılaşmanın heyecanında, birimiz festivali dolu dolu yaşamanın mutluluğunda, birimiz (ki bu ben) İstanbul sarhoşluğunda,  güzel saatler geçirdik.

  Hele ki İstanbul da, hem de göbeğinde bol köpüklü kahvelerimizle, kitaplardan, sinemadan ve yaşamdan az da olsa dem vururken,  fonda Ajda' nın buğulu sesi ve esen rüzgar...
  Teşekkürler Hayal Kahvem, Momentos ve Nessuno...
  Teşekkürler hayat, bize her an değişik güzellikler yaşattığın için.

15 Nisan 2011 Cuma

Doğum Günün



 "Anne sen en çok hangi şarkıyı seviyorsun?"
 Hiç başını kaldırmadan dedi ki:
"Açık bırak pencereni
Örtme perdeyi bu gece..."
"O da ne öyle "dedim, on dört yaşın en şen sesiyle.İkimiz de gülümsedik sonra. "Eski bir şarkıdır "dedi.
...
Ilık esen bir rüzgar tülü havalandırıyorken gençliğini gördüm bir anda. Siyah beyaz bir film gibiydi gençliği. Ondüle yapılmış saçları, kısa kollu bluzü , siyah pileli eteği ile bahçeli evin en ışıklı odasında, tek kişilik bir koltuğa oturmuş. Siyah gözlerinde gizemli bir hüzün ve  kalkık burnu ile herşeye kafa tutar gibi mağrur. Bir fotoğraf çektirmek için poz veriyor. Üniversiteli nışanlısına postalanacak bu resim ihtimaldir.
...
Sen diyorum yirmi yaşın en asi sesiyle "Beni her ailesini beğendiğine vermeye kalkıyorsun. Evlenmiycem işte..." Siyah döpiyesinin üzerine yakası kürklü pelerinini giyiyor. Kapıyı tutan elinde iki pırlanta yüzük. Dışarı çıkıyor, gezmeye gidiyor. Çıkarken "Ben senin iyiliğin için söylüyorum" diyor.
...
Bordo rengi kadife bir elbise giyiyor. Kalabalık salonun içinde hemen farkediliyor. Siyah dantelden bir eşarp var başında. Siyah kocaman güller başında dans ediyor. Konuştukça kuş cıvıltısı gibi kahkahaları. Komik bir şey anlatıyor. Herkes mutlu.
...
Yatağın içinde, küçücük çocuk gözleri ile bakıyor. Kalkamıyor, yürüyemiyor, yemeğini kendisi yiyemiyor. " Ben, gidiyorum." diyor. Anlamazlığa veriyoruz. "Canım hepimiz gideceğiz. Acelen ne" felan gibi lafı kıvırmaya çalışıyoruz. "Yok yok bu gidiş başka" diyor.
...
Gitti tam beş sene oldu. Yaşasaydı bu gün yetmiş yaşına basacaktı. Siyah uzun ipek elbiseler giyip, inci küpeler takacaktı. Tatlı, sevimli bir ihtiyar olup torunlarına hikayeler anlatacaktı...

NOT: Yukarıdaki resim http://dostca99.blogspot.com/ dan alınmıştır.

22 Mart 2011 Salı

Kayıp Yazı

 
 Bu gün seni düşündüm yine. İki satır bir şeyler karaladım  kağıda. Sonra onu güzelce katlayıp bir yerlere sakladım kimseler görmesin diye. Şimdi bulamıyorum...
 Dağılmışım bu günlerde. Özlemişim seni sonra. Sen bilmemişsin, kimse bilmemiş. Ben bile bilmiyecektim  bunu eğer ki, bir kitabın arasından elime düşmeseydi, yıllar önce çekilmiş resmimiz. Gülümsüyorsun orda, nasılda içten, nasılda sıcak. Sanki konuşuyor gözlerin. Resmimize bakıp diyorum ki:
"Eğer bir insanın rüyalarına girmesini istemiyorsan, ne yapmalısın?"
"Kimmiş o?" diyorsun kaşlarını biraz çatarak.
"Sen..." diyorum.
"Ciddi misin, kırılırım ama?" diyorsun.
"Kırılma."diyorum ...İşte o  anda bir ses bizi dışarıya çağırıyor..
Resmin kenarından gri dumanlar çıkıyor. Kağıt yavaşça bükülüyor," s "çizer gibi. Dayanılmaz bir pişmanlıkla mutfağa koşuyorum elimde bir kenarı hızla yanan fotoğrafla. Çeşmenin altına tutuyorum. Kurtarıyorum bir parçası yanmış fotoğrafı.

10 Mart 2011 Perşembe

Okul ve Yalnızlık


                                                                       PENCERE

Okulun penceresinden dışarı bakıyorum. Çıplak dallarını  yukarı uzatmış yalnız ağaç ile bakışıyoruz. Seni de kimse anlamıyor mu?diyorum. Gülümsüyor. Benimle mart rüzgarında şemsiyeli ve koşuşturan insanları seyrediyor. Bir yerlerde zil çalıyor...Bir türkü tutturuyorum.Çocuk seslerine karışıyor sesim.

11 Ocak 2011 Salı

Elmaları Boyamanın Keyfindeyim

  Çok mutluyum ...
  Her gün elma boyuyorum büyük bir keyifle.
  Minik öğrencilerim mısır patlakları gibi patlayıp, pıtır pıtır okumaya başladılar.  Ben de de bir keyif bir keyif sormayın. Göğsüm bir kabarıyor, bir kabarıyor anlatamam. Elmalar var ya ağacımızda önce pembecik oldular gittikçe de kızarıyorlar.. Değdi işte her şeye.Sızlayan ayak tabanlarımı,oturmadan geçirdiğim dakikaları, yorgun zihnimi unutuyorum hemen.Onlar da çok seviniyorlar elmaları boyandıkça. Hep birlikte mutluyuz  ne güzel.

1 Ocak 2011 Cumartesi

İLK YAZI


    TV' de en sevdiğim iki program  var. Nerede, ne zaman ratlarsam tüm işlerimi bırakıp  onları seyerederim. Biri şirin ve güzel Gülhan Şen' in sunduğu TV8' deki  "Galaksi Rehberi", diğeri ise İZ TV' de Ayhan Sicimoğlu' nun RENKLER programları.
    Yeni  yılın ilk kahvaltısını yaptıktan  sonra, henüz pofidik terlilerim ayağımda, sıcacık çayımdan bir yudum alıp klavyeye parmaklarımı değdirince aklıma Gülhanlı ve Sicimoğlulu  bir yazı yazmak geldi. Daha kendime gelememiş olmama rağmen yeni  yılın ilk yazısı biraz dağınık bir yazı oldu aynen şu an ki ben gibi.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Yıl Biterken

Yıl bitiyor işte. Oysa yeni başlamıştı daha. Rüzgar gibi gelip geçti sanki. Hep böyle olmuyor mu ?
Kanepeye uzandım boylu boyunca...
Bu sene neler oldu diye düşünmeye başladım...
Gözlerim tavanda, kollarım plates hocasının öğrettiği gibi  iki yanımda.
Rahatlamaya çalışıyorum ki tüm yılın en önemli olaylarını daha iyi hatırlayayım. Hemen birkaç güzel olay ve an geldi gözümün önüne. Sevindim. Bilgisayarın başına geçtim.
Sonra bu sene çektiğimiz fotoğraflara bir göz attım. Ne kadar da çok güzellik olmuştu bu sene. Ne kadar tatlı anılar vardı içlerinde. Ne güzel duygular yaşanmıştı, ne heyecanlar olmuştu. Hayallerimden biri gerçek olmuştu...
Ne güzel filimler izlemiş, ne güzel  insanlar ile sohbet etmiş, ne güzel yerleri gezmişim.
" Teşekkürler Allahım, 2010 yılında bana sağlık ve huzur verdiğin için. Umarım yeni yıl çok daha kendimi geliştirebileceğim, sevdiklerim ile mutlu olacağım bir yıl olur. Herkesin tüm hayallerinin gerçek olmasını dilerim.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Benim Sevdiğim Şarkılar

       Okulun kapısından içeri girdiğimde yeni mezun olmuş, çiçeği burnunda öğretmen adayları ile karşılaştığımda ne kadar mutlu oldum anlatamam. Hepsi pırıl pırıl gözüken yeni mezun arkadaşlarımız ile öğretmenler odasında sohbet etmeye başladık bir süre sonra. Bir ara müzik öğretmenliği bölümünü yeni bitiren arkadaşımız ile konuşuyorken Göksel' in konserine gideceğimizi söyledim. Nostaljik şarkıları çok sevdiğimi ilave ettim. O kadar gençlerdi ki yanlarında kendimi oldukça olgun hissettim. Hele Füsün Önal' ı tanımamaları yok mu; ben yaşlarda bir öğretmen arkadaş ile birbirimize baktık ve işte dedim "Biz, artık yaşlanıyorum" galiba. "Sizler kaçlısınız arkadaşlar"" dedim.  Çoğunun ..9... lu olduğunu duyunca, "Hımm ben artık ufak ufak uzayayım, buradan" diyemedim tabiki ,o esnada çalan zil ile sınıfıma doğru gitmek için kalktım ve yüzümde kocaman bir gülümseme ile en Lütfiye sesimle, Demet Akbağ taklidi yaparak "Hadi size iiiiyiii... günler..." dedim  hayalimden.  
       İşte bu akşam  üç sigortacı, bir güzel sanatlar mezunu, bir dişçi, dört öğrenci, iki öğretmen , bir ev hanımından oluşan garip ama sevimli grubumuz ile konserden önce buluştuk. Kakada kikilerimiz gecenin nasıl geçeceği konusunda ipucu veriyordu aslında bize. Hele benim ortaokul arkadaşım tam bir kahkaha makinesi olan  F...... ile yan yana oturunca gecem daha bir renklendi sağ olsun.
       Göksel bir çok şarkı söyledi bu gece. O kadar kırılgan ve hanım hanımcıktı ki bayıldım. Parmaklarını büzüştürüp, çocukluğumuzda  Emel Sayın' dan gördüğümüz gibi edalı edalı çevirmesi  ve arada gerdan kıvırması da çok hoştu. O bile nostaljik geldi bana. Hele Alpay'ın " Eylül de gel " ve " Benden sorsan ummanlardır derdim " dizeleri ile başlayan Füsün Önal parçasını söylemesi beni bitirdi zaten. Gece erken bitti ama olsun tadı damağımızda kalsın ki yine buluşalım arkadaşlarımızla.
       

Bu Gece Göksel Konserindeyiz!


Bu gece kız kıza Göksel konserine gidiyoruz. Önce birlikte birer kahve içip sonra konsere gireceğiz.  Nostaljik şarkıları var Göksel'in. Hep eski şarkılar.  Bakalım neler dinleyeceğiz.

3 Aralık 2010 Cuma

Deniz ve Hayal



   Denizin kenarına oturdum. Derin derin içime çektim iyot kokulu serin havayı. Gözlerimi kapadım. İşte sen oturdun  bile yanıma. Birbirimizle hiç konuşmadan dalgaların kıyıya vuruşunu  izliyoruz birlikte...

    Böyle yazmışım anı defterimin bir yerine. Tuhaf diyorum, ben ki her zaman çal çene tiplerden hoşlanmış biri olarak hayali sevgilimi  hep suskun biri olarak kurguluyorum  nedense...

22 Ekim 2010 Cuma

Şah ve Sultan



ŞAH  ve SULTAN
------------------
Bu bab İskender Pala' nın son romanı Şah ve Sultan' ı okuduğumun beyanıdır.
-----------------------------
                      Şah ve Sultan kitabını okumaya başladım. Şah İsmail  ve Yavuz Sultan Selim'in yaşamlarını şiirsel  bir dille anlatmış yazarımız. Aşk ve savaş kadar; bir yanda, teslimiyet ve bağlılık  da çok güzel işlenmiş. 15.yüzyıl Anadolu masalı gibi herşey. İskender Pala' nın anlatımı aslında beni büyüleyen. O kadar güzel ki cümleleri hayranlık uyandırıyor. Okuduğum son üç kitabın ağırlıklı konusu aşk olunca satırlardan sızan muhabbeti içimde hissediyor gibiyim. "Nefes aldığın her saniye sevgiye yürü babacığım, sevgiye yürü, taki hakikate eresin."... "Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluk başlatır. Bu dereceler ezeli "ilgi"den  doğar, ilgiyi"sevgi" takip eder. Sonra "tutku","aşk","şevk" ve "kulluk" diye devam edip ebedi "dostluk"ta nihayet bulur... "Hayat ancak sevgi ile tatlıdır ve sevgilisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir"...
                   Ne buyursan şeha ferman senindür
                   Yolunda can u baş ferman senündür
                                                               Hıtayi

21 Ekim 2010 Perşembe

Rapunzel Geliyor


                          Aralık ayına daha çok var. İzlemezsem ölürüm. Yeni bir Rapunzel  animasyon filmi geliyor sinemalara. Jeneriğini çok sevdim. Bu gece sinemaya gittik çocuklarla. Sammy' nin Maceraları'nı izledik." Ozan Güven seslendirmesiyle" sürekli bu gündeme getiriliyor. Kaplumbağayı  falan seslendiriyor, kediyi filan seslendiriyor. Kesinlikle seslendirme çok önemli, hak veriyorum ve biliyorum işin tabi ki reklam kısmı olacak. Hoştu gerçekten bol bol okyanus dibi seyrettik. Şunu da anladım ama Avatar efsanesinden sonra hiçbir üç boyutlu film kesmiyor artık beni.
             Rapunzel masalını  sık sık anlatmışımdır öğrencilerime. Biraz acıklıdır ve çok da eğlenceli değildir ama ama ne yapalım  ki romantik bir masaldır. O zaman ne yapılacak bu masal her yeni gelen kuşağa anlatılacak. İnsan öğretmenini seviyorsa onun sevdiği masalları da sevmeli değil mi? Şaka şaka canım. Yok vallahi kimseye bir baskı yapmıyorum inanın.
             Neyse ben dört gözle bekliyorum aralığı. Rapunzel  prensi esir alıyor sanırım. Prense ise   inanılmaz muzip bir tipleme yapılmış. İşte buldum resmini, bakınız:)

18 Ekim 2010 Pazartesi

1. SINIF OKUTMAK


                  Öğrencilerin defterlerine baktım bugün yine. Tek tek,  hepsine yıldız attım, küçük notlar düştüm sevinsinler diye. Minik elleri ile nasıl yazmaya çalışıyorlar bir görseniz. "Ne zormuş bu elyazısı canım" diyorlar sanki bazen bakışları ile. Düz bir "e" yapmak varken ne öyle çengelli çengelli. Bazılarının terden avuçları nemleniyor, kimisinin küçücük dilleri dışarıda, of dercesine geriye atıyor kahküllerini minik Yaren.Yine de bırakmıyor yazmayı.
                    "Aferin çocuklar" diyorum onlara "Bu sınıftan ne yazarlar, ne şairler, ne doktorlar, ne mühendisler çıkacak ..." Bakıyorlar biraz şaşırıp. İyi bir şey söylediğimi hissediyorlar sonra. " Sizin  yazınız şahane olacak" diyorum onlara.Gösterdiğim heceyi hemen okuyan bir başkasına "Sen çok hızlı okuyacaksın kitapları" diyorum. Gülümsüyor... O da bana yetiyor.
                    Bazen korkuyorum aslında, ya okuyamazlarsa diye geçiriyorum içimden .  Aaaa diyorum iç sesime, sonra ne olacaklar bak görürsün, büyüsünler seni bile beğenmeyecekler, korkma sen. Kendimi rahatlatıyorum.
                    Gözlerine bakıyorum sonra, nasıl cinler var, nasıl pırıl pırıl  bakıyorlar. "Su mataranı askıya as" diyorum dalgın bir oğlana. "As" diye yankılıyor benim cümlemi .Gülüyor sınıf. "Arkadaşınız çok şakacı değil mi ?"diyorum, durumu toparlamak için.
                   Bazen ciddi durmam gerekiyor sınıfta. Ne yazık ki çok gülersem tepeme çıkıyorlar sonra. O yüzden   iki gülüp bir somurtuyorum arada. Bu arada eski sınıfımdaki bir grup öğrenci öbür binadan kalkıp geliyorlar her tenefüs. Onların da anlatacak ne çok şeyleri var. Branş öğretmenlerinin yaptığı herşeyi anlatmaya çalışıyorlar bana. Sınıfta kim ne demiş, derste kim konuşmuş, disipline kim gitmiş felan...Anlamıyorlar artık benim başka sevgililerim var. Kabullenemiyorlar. "Hadi geldiniz yardım edin bakalım" diyorum. Yeni öğrencilerimin yaptığı resimleri astırıyorum panoya eski öğrencilerime.  Hevesle asıyorlar. Zil çalıyor. Eskiler sınıflarına giderken yenileri gelip "Çok acıktım "diyor düğme burunlu sarı bir oğlan." Ben de, ben de" diyor diğerleri ."Beslenme yapalım mı? "diyorlar. "Hadi yapın bakalım "diyorum gülerek. "Oleyyyyy..." diye bağırıyorlar.                

11 Ekim 2010 Pazartesi

Leyladan geçme faslındayım
Mevlayı bulma yollarında
Leyladan geçme faslındayım
Mevlayı bulma yollarında
Majörler tükendi minörlere yolculuk
Buselik makamına buselik makamına
Aşk için söylenen her söze kandım
Pervane misali ateşe yandım
Gördüğüm her dilber ateştir bana
Mecazi aşka inandım güneşli havalarda
Buselik makamına buselik makamına
Buselik makamına buselik makamına
                                     Mazhar ALANSON

2 Ekim 2010 Cumartesi

              Yüksek ateşle  yatarken, sürekli burnumu çekip, gripten yaşaran gözlerimin buğusu ile,  bir elimde ıhlamur bardağı, bir elimde Ahmet Ümit ' in romanı ,kırgın ve suskun zaman geçiriyorum.
               Biraz kalkıp koltukta okumama devam edeyim diyorum. Evde herkes penyelerle dolaşırken ben kalın hırka , çorap ve polar bir battaniye ile gezinince çok komik  bir görüntü sergiliyorum. Ateşim var ama üşüyorum elimde değil.  Koridordan geçerken bir anda aynaya takılıyor gözüm. Kitabımın sayfalarına  gömülmek üzere koşuyorum içeriye. Ne iyi yapmışım da almışım bu kitabı diyorum, bizim buralara yeni geldi sanırım. Hani ilaç gibi geldi desem ,yalan olmaz. Bir kitap eğer içinde İstanbul varsa daha kıymetli oluyor benim için.

29 Eylül 2010 Çarşamba


Unutma! Yüreğinde bir ismin imzası var.
Ve sen onu silemezsin, söküp atamazsın,... ne kadar uğraşsan da seninle beraber büyür içindeki sızı.
İlk önce onu hissedersin başkasına dokunduğunda. .
Unutma! Bir kere sevdin mi uzun uzun yanarsın. Sitemler öfkeler birikirken içinde, sen azalırsın.
Dilinde küfür elinde kadeh, eksik olmaz. Günler böyle geçer alışırsın.
Unutma! Sabahlar artık gecikir. İster sağa dön ister sola, gözüne uyku değil gidenin hayali gelir.
Kendini şiirlere verirsin. Elin sigaraya gider her on dakika da bir fena zehirlenirsin.
Unutma! Bir süre güvenmeyeceksin kimseye, kendine sığınacaksın.
Aşk konuşulduğunda sen susacaksın, of'larla ah'larla başlayacaksın her cümleye.
Çevrende senden başka herkes haksız olacak. Senin haklılığınsa çaresiz gidecek çöpe.
Unutma! Bir gün kaldığın yerden başlayacaksın. Biri seni bulacak. .
Önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan, biraz ürkeceksin.
Ne kadar dirensen de nafile. İnsansın sonuçta seveceksin.
Eski acılara bakıp da küsme sevdalara, gâvura kızıp da oruç bozulmaz.
Sök at kafandan acaba'ları! Bir kemik aynı yerden İki defa kırılmaz.
Artık kararmaz gecelerin. Bir daha yaşlar akmaz gözünden. Sabahların gecikmez.
Kim bilir ağladığın günlere gülersin. Bir defa öldün ya zamanında? Bir daha ölmezsin.

[ Can Yücel ]

26 Eylül 2010 Pazar

Eylül

Eylül sarışın sevgilim benim... Saçlarını savurarak ağır ağır rüzgarla dans eden.
Sıcaklığı hala tenimde gezinen, çok özleyeceğimi bildiğim hasretim Eylül! Sende nelerim gizlidir benim bir bilsen. Seni düşününce ilkokulun susamları dişlerime yapışmış, simit satılan kantini gelir aklıma bir anda. Turuncu çantalı, saçları iki örgü, dantel yakası kolalı, siyah önlüğü ve kurdelesi ile yedi yaşım yürür ilkokula doğru. Her Eylül, anılarla dolu kaldırımlarda yürürken hep çınarlardan dökülen yapraklardadır gözüm. Yıllar önce saçlarına düşen Eylül yaprağını bir el uzanıp almıştı sevda dolu. O sarı çınar yaprağı kaç yıl durdu Türk Dil Kurumu sözlüğünün arasında. Ben de her Eylül o gelmeyeni bekledim yıllarca. Sonra başka bir Eylül'de beklemekten vazgeçtim galiba. Sarı, asi, sıcak bir çok Eylül geçti hayatımdan... Her Eylülde okullara koşturdum. 

19 Eylül 2010 Pazar


                                                                               DELİL
                    Tüm gün ağlasam ve adını sayıklasam, duyar mısın kaybolduğun şehirlerde beni? İşte hiç bir iz yok senden, sanki hiç yaşamamış, hiç olmamışsın gibi. Sadece resimler elimde kalan varlığına delil olarak.Yıllar geçse de biliyorum bir yerlerde olduğunu. Bazen belki de uykudadır şimdi diyorum, kumral kirpikleri çoktan kapandı, derin ve içli bir soluk dökülüyor  dudaklarından.
                  Bu gün günlerden pazar ;sakin bir gün geçirmişsin gibi geliyor bana. Zira pek de sevmezsin gezmeyi. Mesela seni hiç düşünemiyorum kalabalık bir parkta otururken  insanların arasında. Ya da bir partide düşünemiyorum eğlendiğini. Hatırladığım kadarıyla, sen ve ben hiç yürümedik elele bir cadde boyunca, hiç değmedi bedenlerimiz birbirine öylesine. Derin ve ıssız bir koyda dalış yaptığımız günden beri en son bana bakışın geliyor şimdi aklıma. Sahi neden mercanlar o kadar pembeydi?   

16 Eylül 2010 Perşembe

                    İşte benim gibi  romantik film sevenlere önerebileceğim bir şaheser. Konusunu anlatıp gizemini bozmak istemiyorum. Bol dıgıdıklı, kabarık etekli, teknolojinin bizi esir almadığı zamanlarda geçiyor dememe bile gerek yok sanırım. Afişinden zaten belli oluyor değil mi?   
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu / İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük.”
Bu iki dize Cemal Süreya’nın güzel mi güzel; hem coşkulu hem alabildiğine kırgın şiiri “Aşk”tan...

Başka severim bu dizeleri.

Çünkü benim gözümde sevgiyle aşk arasındaki o pek kritik ve ince farkın altını çizerler.“Bir kere öpsem ikinin hatırı kalır” sevginin tanımı gibidir.

Ama “iki kere öpeyim” deseniz, üçün boynu bükük kalıyorsa ve bu hep böyle sürüp gidiyorsa, âşıksınızdır.

Sevmek sosyaldir; bir gözü hep dışarıdadır hem; görünmek, görmek ister.

Flört, uyum, şu bu aramadan yıldırım gibi düşen aşk öyle midir ya!

Aşk tersine, dışarıya değil kendine bakar; kördür, görmez!
Aslında tek kişilik ama bilemediniz, en fazla iki kişilik bir dünyadır. Azıcık asosyaldir.
Nitekim Süreya aynı şiirde ne güzel vurgular bu gerçeği:
“Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken / Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti / Çünkü iki kişiydik.”
......

Haşmet Babaoğlu

15 Eylül 2010 Çarşamba


                                             ELLERİMLE BÜYÜTTÜĞÜM
             Onları ilk gördüğümde sadece düşündüğüm şey , ne kadar minik olduklarıydı. Küçücük insanlardı. Aynen benim gibi elleri ve gözleri vardı ve benim gibi oyuncuydular. Önce sıra olduk ve birbirimizi süzdük dikkatle. Daha çok onlar beni süzdüler galiba. Ben bir taneydim. Onlar ise üç düzine kadar. Bu "öğretmen, öğretmen" dedikleri neye benzer bir şey acaba diye baktılar.Sonra benim de onlar gibi olduğumu anladılar galiba.
                   İnanılmaz şekerler hepsi. Çok komikler, her söyledikleri çok komiğime gidiyor da zor duruyorum gülmemek için, alınmasınlar diye. Dudaklarımı ısırıyorum, bazen komik sesler de benden çıkıyor, bakıyorlar bana. Öğretmen krize mi girdi diye...
                   Bugün  el kasları gelişsin diye hamurdan elmalar, bebekler, kuleler, koltuklar, toplar yaptılar büyük bir sabırla. Oynadılar rengarenk hamurlarla hevesli hevesli. Boyalarını çıkarıp resim yaptılar sonra istedikleri renklerle.
                   En sonunda birisi dedi ki, ağlamaklı bir sesle "Öğretmenim çok acıktım ne zaman yemek yiyeceğiz acaba?"
                               

6 Eylül 2010 Pazartesi

                                            EYLÜLDE GEL      

                                           Tatil geldiği zaman
                                           Ağlarım ben inan
                                           Gidiyorsun işte
                                           Arkana bakmadan
                                           Nasıl geçer bu yaz
                                           Ne olur bana yaz

                                           Sen sen sen
                                           Sen bir ömre bedel
                                           Yok yok yok
                                           Gitme gitme gel
                                           Eylülde gel

                                          Okul yolu sensiz
                                          Ölüm kadar sessiz
                                          Geçtim o yoldan dün
                                          İçim doldu hüzün

                                          Yapraklar solarken
                                          Adını anarken
                                          Bekletme ne olur
                                          Eylülde gel 

                                         Konuşmadan yürüyelim gireyim koluna
                                         Görenler dönmüş hem de mutlu diyecekler
                                         Ağaçlar sevinçten başımıza konfeti gibi
                                         Yaprak dökecekler ...







    Bu şarkıyı çok severim. Her eylül  geldiğinde de söylerim. Bir kızın okulundan birine aşık olduğunu ve eylülün gelmesi ile okula başlayıp sevgilisine kavuşmasını hayal ederim...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Gece bütün siyahlığı ile inmişti odaya. Karyolanın demirine tutunarak hafifçe vücudunu yukarı çekti. Birkaç gündür kesmediği sakalları ona daha melankolik bir hava vermişti.Dalgalı kumral saçları, ince kemikli bir yüzü vardı. Kısık gözlerini hafifçe araladı. Kumral kirpiklerinin arasından kısa bir an bakarak, baş ucundaki lambaya uzandı.


Eflatun bir ışık yayıldı odaya.

Saatlerdir yatıyor olmalıydı. Yaşadıklarını düşündü birden, sarsıldı . Bacaklarını karnına doğru çekti . Üstündeki ince örtü ile tüm bedenini sardı. Yine uyumak, yine uyumak ve her şeyi unutmak istiyordu. Hafif bir iç çekişle uykuya dalarken, ılık bir kaç damla gözyaşı yanaklarına süzüldü. Derin ve sakin bir uykuya kendini bıraktı.

Bir yaz günü başlamıştı her şey. Eskiden yazları tüm aile kaldıkları denize yakın bu ev ;çocukluğuna ait hatırladığı pek çok anısının geçtiği yerdi. O yıllarda yan sitenin çocukları ile aralarında maç yaparlardı. Uzun yaz geceleri sahile inip dondurma alırlar, ilerideki derede balık tutarlar, ormanda hamak kurup yıldızlara bakıp kızlardan konuşurlardı.

Gündüzleri bir başka hareketli geçerdi.Anneler denizden gelip küçükleri bir de evde duşun altına sokardı. Daha sonra çarçabuk hazırladıkları, kekler, kızartmalar, hamurlar ile çay eşliğinde çardağın altında sohbete başlarlardı. Kızarmış yüzünü özenle aynada inceler , her gün değişen bedenine hayret ederek el ve ayaklarına bakardı. O yıllarda pek te yakışıklı olmadığına inanır ve değişmez bir yazgıymış gibi kızlardan biraz da uzak durudu.

Ailesinin gelmeyi planlamadığı bir hafta sonu, işlerin yorgunluğunu biraz atarım diye yalnız gelmişti . Kocaman evde uyandığı ilk sabah sahile kadar bisikletle gidip alışveriş yapmış, demli bir çayla başlayan güzel bir kahvaltı ile güne başlamıştı.

                                  Umarım zaman ve mekan bulursam, devam edecek...

24 Ağustos 2010 Salı

                                             KENDİMİ OKULA HAZIRLAMA YAZISI

    Az kaldı bir süre sonra ben de çalışanlar kervanına geri döneceğim. İki aylık tatilim bitmek üzere. Herkesin zannettiği gibi üç ay değil çünkü. Eylül bir oldu mu ben en güzel kıyafetimi giyer okulumun yolunu tutarım. Karneler dağıtılır ya haziranın ortasında bizim işimiz bitmez biz o ayın sonuna kadar okula gidip gelmeye devam ederiz.
    Bu yıl birinci sınıf oluyorum. Kimler kimler başlayacak bakalım okula. Tanrım diyorum lütfen bana yardım et.Onların iyi birer insan olmalarına katkım olsun.
    Ancak ben mini mini bebelere öğretmenlik yaparken arada bir kendimi kaybedersem beni toplayın e mi.     Onlar birinci sınıf olacaklar ben onlardan çok korkuyorum. Siz hiç 35-40 tane yedi yaş ile altı saat geçirdiniz mi? Hem de haftada beş gün. Yılda dokuz ay... Of of benim dertli başım. Şimdi ben onlara dayanamam Sunay Akın şiirleri okurum. Orhan Veli' nin aşklarını anlatırım(!)Attila İlhan "Yağmur Kaçağı" derim. Herkes hayalindeki ağacı çizsin,şimdi biraz da dans edelim derim Ajda dinletirim. Alt kattaki öğretmen gelir sınıf ta ben yokum zanneder ve beni çılgınlar gibi çocukların ortasında dans ederken görür. Hayret dolu gözlerle bakar ve"Pardon hocanım, siz yoksunuz zannettim "der. Benim sınıfım her zaman okulun en yaramaz  sınıfı olur ama nedendir okul birincileri de hep aynı sınıftan çıkar.
   Beden Eğitim derslerinde beraber yakan top oynarız, mendil kapmaca ve kesinlikle miniklerle yağ satarım, bal satarım....Hemen hemen her derste bir oyun oynarız. Yoksa benim de canım sıkılır. Projeksiyonumuzu açarız, biraz VİTAMİN almamız gerek çünkü, sonra AKILLI SINIFA bakarız konumuz ile ilgili neler var diye. Sınıf içinde ortak çalışmalar yaparız en renkli kalemlerimizle. Asarız onların en küçüğünü bile panomuza...
    Bekleyin çocuklar şekerler, balonlar , küçük hediyeler ile ilk gün sizi kucaklamaya hazır öğretmeniniz şimdi biraz dinlenmede...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

ŞEHİR ve KADIN
Herkesin şehirden kaçmayı istediği şu günlerde ben  deliler gibi kendimi şehre attım. Öyle özlemişim ki  kalabalıkları işte dedim " Ben buraya aitim."
     Bir süre olsa da doğa da yaşamak bana çok iyi gelmiş. Son zamanlarda beni sıkan her şey çarşıya gidince gözüme çok şirin gözüktü birden.
     Önce kendimi aylardır gitmediğim bir güzellik salonunun önünde buldum. Ne zamandır kestirmediğim saçlarım konusunda radikal bir karar vardı kafamda. Kuaförüm beni görünce oldukça şaşırdı. Gözlerinden "Siz yaşıyor musunuz?" sorusu geçti bir an ama nazikçe hatırımı sormakla yetindi. " Ne yapıyoruz saçları?" dediğinde "Kendi rengine dönsün, önce boyayın" dedim.  "Hay hay..." dedi.Elime bir bayan magazin dergisi verdi ve ben sayfaları karıştırmaya başlamışken boya işlemi bitmişti bile. Öyle kaptırmışım ki kendimi  Ahmet Hakan'ın bayan dergisine yaptığı röportajı okurken ...
   "Evet renk aslına döndü sanırım, fön mü çekiyoruz?" dedi. "Hayır" dedim. "Kesim  olsun." "Şöyle istersen bir kat atalım, saçlara bir hareket olsun deyince, elimdeki resmi gösterdim." Katie Holmes gibi kesin" dedim.
Şaşkınca baktı, sonra toparladı. Oldukça kısa  kesilmiş bir saç göstermiştim resimde." İnan çok yakışacak, daha önce neden kestirmedim diyeceksin " dedi.
   Ameliyata hazırlanan bir oparatör gibi siyah bir kumaş çantayı tırrrrtttt... diye masaya açtı. İçinde uçları değişik biçimlerde  kesim makasları vardı. Bir tabura çekerek oturdu ve başladı kesmeye.
   Hayatta en sevmediğin şeyler nedir deseler; bir saç kestirmek, iki sütüdyoda fotoğraf çektirmek, üç  terzi de elbise diktirmek diyebilirim hemencecik. Çünkü ipler tamamen başkasını elinde. Şöyle durun, şöyle bakın, başınızı indirin, kımıldamayın, dikkat şimdi çekiyorum, son provayı alıyorum... Öf patlarım ben, sıkıntı gelir.
Of nihayet bitmişti. Neyse dayandığıma deydi. Sonuç istediğim gibi olmuştu. Sevdim bu saçları. Hem de acayip derecede hafifledim. Ensem boştu. Gerçekten neden daha önce kestirmedim ki... Yazın sıcağında o saçlarla gezdim.
   Neşeli adımlarla dışarı çıktım. Alışık olduğum üzere siyah güneş gözlüklerimi takıp ikinci soluğu çok sevdiğim bir butikte aldım. Dayanamadım  birbirinden neşeli iki tişört, bir bulüz aldım. Koşar adım köşedeki kahveciden taze çekilmiş Türk kahvesini çantama attım.
   Şimdi ramazan ve evde beni bekleyen "açları" düşündüm.Ne yapıyorlar diye bir arayayım dedim. Aman da aman beni nasıl özlerlermiş. Dört saat ortadan kayboldum, geldim klimanın karşısında simit gibi dizilmişler, kuzu gibi yatıyorlar. Halsizlikten elleri, kolları kalkmıyor tabiki...
   Neyse gece dönüş yolunda şunu düşündüm bu gün çok keyifli bir gün geçirmiştim." Uğultulu Tepeler"deki  minik eve doğru giderken, gelipte göremediğim tüm sevdiklerime geriye doğru bakıp bir el salladım. Neyse önümüzde uzun bir "kış" mevsimi var. Sinemalar, caddeler,  Kahve Dünyası  sohbetleri  ve daha sürü şey bizi bekliyor.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

                                                TATİLLER VE BİZ
  Her şey filmlerdeki gibi olsaydı. Mesala Roma Tatili filmindeki gibi. Ben Audrey Hepburn  gibi o da Grogery Peck olsaydık.
  Romantizm mi bir kenara bırakamam asla ama tatillerle ilgili gerçekleri de söylemeden edemeyeceğim.
  Düşününce karar  verdim de tatilde bir kere çok yemek yeniyor. Yiyemeseniz bile gözünüz kalıyor.
  Çocuklar arkadaş arıyor, bulamazlarsa sıkılıyor, bulsalar bir süre sonra tartışıyorlar.
  Büyükler şöyle bir uzatsam bacaklarımı da  otursam diyor. Bir türlü uzun uzadıya oturulamıyor.
  Denize girsek bir süre sonra üşüyoruz.Çıkınca güneşlensek terliyoruz.
  Tüm hamaklar siz gitmeden kapılmış.
  Oda da rutubetli, klima illaki ya bozuktur, ya da çok soğutur.
  İşten mutlaka birileri arar. İki de bir bir şeyler sorar.
 Yakın akrabalar "O tatildesiniz, vay.." muhabbeti yapar.
  Anneler "Aman yavrum arabayı hızlı sürmeyin, güzel güzel gidin, dönün" diye sıkı sıkı tembih eder." Sanki hiç gitmenizi istemezler.
 Uçakla gidiyorsanız, uçak ya rötar yapar, ya da  inişte valiz beklerken başlar ilk stres.  Bir sürü senaryo.
  Tatil diye bir şey yok aslında.
  Hani bazı insanlar derler ya "Ben aşka inanmıyorum" felan. Ben de "Tatile inanmıyorum" .
  Amaaaaa.... kaçmak ruhunuzda varsa, bir yanınız sürekli gezgin yaşıyorsa, bir kenarda her an bir yerler görmeye gidebilirim diye araştırma içindeyseniz ve vakit biriktirecek direnciniz varsa biz iflah olmayız. Evde bize rahat batar. Olsun ben gelince çamaşır yıkarım, boş duran evde tozlanıyormuş vay, valiz de taşırım, illaki gitmem gerek, her türlü duruma uyarım diyorsanız  o zaman daha çok yolculuk var bizleri bekleyen.
 Hem gideriz hem mırıldanırız. "Yollarda bulurum seni..."

6 Ağustos 2010 Cuma

                                                            YAĞMUR KAÇAĞI

                                                     elimden tut yoksa düşeceğim
                                                     yoksa bir bir yıldızlar düşecek
                                                     eğer şairsem beni tanırsan
                                                    yağmurdan korktuğumu bilirsen
                                                    gözlerim aklına gelirse
                                                    elimden tut yoksa düşeceğim
                                                   yağmur beni götürecek yoksa beni


                                                     geceleri bir çarpıntı duyarsan
                                                    telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
                                                    sarayburnu'ndan geçiyorum
                                                    akşamsa eylül'se ıslanmışsam
                                                    beni görsen belki anlayamazsın
                                                    içlenir gizli gizli ağlarsın
                                                    eğer ben yalnızsam yanılmışsam
                                                    elimden tut yoksa düşeceğim
                                                    yağmur beni götürecek yoksa beni


                                                                      ATTİLA İLHAN
       Bu gece yağmur kaçağı şiirindeki duygular ile sarmalanmışım...
       Susamışım,yalnızım  ve gözleri aklıma gelmiş...
       O bir şair ve ben onu görsem tanıyamam, şiirleri kadar uzağım ona...

            

1 Ağustos 2010 Pazar



                                                  İNTERNET CAFEDE BLOG YAZMAK
              Bu gece artık dayanamadım ve tüm planları altüst edip kendimi bir internet cafeye attım. Kimler neler yazdı meraktan ölüyordum doğrusu. Önce kendime gelen yorumlara baktım.Daha sonra sevgili takip ettiğim blogları okudum. Oh huzura erdim. Tabiki diğer çok sevgili bloglarıma da bakmayı unutmadım.
             Okudum herbir satırı buram buram ter dölerek. Buranın kapısı bile olmamasına rağmen inanılmaz sıcak bir yer. Sağımda solumda bir sürü küçük insan.Cüce değiller tabiki yaşları 10-16 arası gibi. Kimisi oyun derdinde kimisi de msnde ...
            Herşeyi bırakıp kaçtım ya ben buraya, herkesten uzak mı kalmak istedim acaba? Alışkanlıklarımı da burakacaktım ya öbür evde. Bilgisayarsız  olacaktım ne güzel. Sadece deniz, doğa, sandaletlerim ve şile bezi beyaz elbisem...
            İtiraf ediyorum yapamadım.
            Yetmiyorlar bana.
            Ben arada kaçıp bu cafeye kendimi atmalıyım. Terden erisem de yazılanları okumalıyım.
            Dışarısı cıvıl cıvıl insan seli. Tüm sahil kasabalarında olduğu gibi geceler bir başka renkli. Gündüz yüzüp sonra dinlenenler şimdi "gecelere akacaklar"...
            Bense en fazlası bir dondurma kapıp kaçacağım aralarından. Daracık yollu  ve duvarları begonvil  kaplı bahçeli evlerin arasından kendi evime doğru yüreyeceğim. "Oh" diyeceğim kendimi balkondaki şezlonga atıp "Gece ne güzel " değil mi? Kesin bir kitap okuyor olurum.
           Orman seven  erkek, deniz seven şubat kızına gülümseyecek ve bir yaz gecesi melteminde yıldızlara bakıp susacağım.

26 Temmuz 2010 Pazartesi






                                        

                                                       Ben gidiyorum hoşçakalın.

25 Temmuz 2010 Pazar

                                      ESKİ DEFTERLERİ AÇMAK
        Öyle duruyor işte kütüphanede. Şiir kitaplarına ayrılmış rafta, kırmızı solmuş cildi ile bana göz kırpıyor. "Açmak istemiyorum şimdi seni "diyorum. Daha bir soluyor sanki sırtındaki cildin rengi. Burnuma yanık gül yaprakları kokusu geliyor. İçim fena oluyor, kıyamıyorum. Öksüz bir çocuğu teselli etmek ister gibi bir duyguya kapılıyorum, "Şöyle bir sırtını okşuyayım yeter" diyorum. Defteri usulca alıp cildini biraz okşuyorum. Kulağıma yaklaştırıyorum sonra. Kahkahalar, deniz sesi, cadde sesi,tren sesi,müzik sesleri duyuyorum. Usulca elime ilk gelen sayfayı aralıyorum. Biraz tuzlu, biraz mürekkebi bulanık bir sayfa parmaklarımın arasında:                      

                                           Kelimeler Kafi
Ayrılıktan mıdır nedir kavuşma isteği, bu gayret

Seneler geçti eskimemiş bu sevda hayret

İstanbul gecelerinde, Paris sokaklarında, Ankara'da evimde böyle bu
Bodrum'a gidemez oldum yıldızlar şahidim

Yıldızlar uzak, anlatmak zor
Sevgilim olmadı senden sonra dostlarım benden apayrı
Kızım büyüdü maşallah senin de bir oğlun olmuş ne güzel

Ortayaşlı olduk artık saçım hafif kel
Seninle kırılmışız bir zaman
Tamiri zor bilirsin

Kırık kalpler derneğinde suskunuz
Son bir denemeye ne dersin?

Ödemeler peşin bu sefer
Ümitler en kolay becerdiğim
Kelimeler kafi...
                                 Mazhar Alanson
          
   Liseli günlerimden birinde caddede aylak aylak yürürken, trafiğin içinde bir tanıtım aracı bangır bangır " Ele Güne Karşı" çalıyor, adeta etrafı inletiyordu. Bir kaç gün sonra MFÖ nün konseri olacağını söylüyor, avaz avaz bilet satış noktalarını haykırıyordu.
  En samimi arkadaşım ile birbirimize baktık. Ne yapıp edip bu konsere gitmeliydik. Ama nasıl?  Hani  Ali Desidero  şarkısında olduğu gibi "Bir  alavere dalavere çevirmeli"ydik galiba. Hatırladığım kadarıyla tüm çabalarımız boşa gitti. Evdekiler yaptığımız tüm numaraların hiçbirini yemediler. Biz o konsere gidemedik.  
  O sıralar apartmanın alt katında küçücük bir dükkana plakçı açıldı. Hala duruyor olmalı  yeri birkaç dükkan ileri taşınsa da "Santana Plak" hala ayakta. Yıllar varki tek bir Cd bile almadım ordan ama çok iyi hatırlıyorum MFÖ ' tüm kasetlerini ordan almıştım. Tabiki  Madonna' nın tiftik gibi kabartılmış sarı kısa saçlı, benli ve kabarık etekli bir resmi olan Like a Virgin kasetini  de... 
  Neyse MFÖ' yü konserinde izlemek için üniversiteli olana kadar beklemem gerekti. Bursa'da açıkhava tiyatrosunda, önümde iki kız tüm konser boyunca başlarını sallayarak ve biz de kah etrafı , kah onları seyrederek konseri tamamladık. Konserlerde çok çılgın tipleri hepimiz görmüşüzdür ama bunlar gerçekten pes dedirtecek kadar vardı doğrusu.Hiç mi kafa yerinde durmaz, o kadar çevirince baş nasıl dönmez bilemiyorum doğrusu.
 Daha sonra İstanbul' da Harbiye Konserlerinde' MFÖ' yü izledim hala da inanılmaz seviyorum. 
  Bu gün eski bir defterimin sayfalarını karıştırken yukarıdaki satırları buldum. Yanıda Mazhar Alanson'un kepli  siyah- beyaz okuldan mezuniyet resmini yapıştırmışım. Yıl 1989,aylardan şubat. Sararmış sayfalarda " Bisiklet yolunda yalnızım" diye yazmışım.
 Çok güldüm" Kırmızı kar yağınca, sana geleceğim kırmızı süveter" yazmışım. Ne güzel iyiki de bu yazıları yazmışım, bu defter bu günlere sağlam ulaşmış. Az mı ezildi  yatak altlarında saklanmaktan, az mı arama geçirdi .İyi bakmışım ona. Yıllardır kütüphanede rahat rahat duruyor oysa. Gizli saklı birşeyi, hesap soracak kimsesi yok çok şükür. "Ben öldükçe yazarım" diye bir cümle yapıştırmışım bir kenarına. Büyük bir özlemle okulların açılmasını istediğim anlaşılıyor bir başka sayfada. Ne tuhaf hala eylülün gelmesini ve okulların açılmasını bekliyorum sabırsızlıkla. Değişen hiç birşey yok bu sinemada...

20 Temmuz 2010 Salı

                                    Sanki Hiç Gitmemiş Hep Var Gibi
     Bu gece balkonda oturmuş yıldızları seyrederken, kamplarda yaktığımız ateşler geldi aklıma.
     Ateş yavaş yavaş sönerken hala sönmemeye direnen birkaç alev arada bir görünür kaybolurdu. Birkaç alev son bir direniş yeniden yanmaya çalışırdı sanki; oysa çoktan "suyu kaynamış" işi bitmiştir onun. Ateş sönse, hiç bir alev çıkmasa bile yanmaya devam eder uzun bir süre daha.
    Eski aşklarda böyledir işte arada bir külleri kazıdığınızda oradan ince bir duman çıkar. Bazen bir şarkı, bazen bir şiir, bazen bir şehir, bazen  sadece bir kelime alıp getirir eski aşkın küllerini size.
   Ne kadar o köprünün üstünden çok sular aktı, eski çamlar bardak oldu, küllerini rüzgarda savurdum bitti; deseniz de gerçek bir aşksa  o yaşınız kaç olursa olsun gelir bulur sizi.
  Ömründe hiç aşık olmadığını söyleyen insanlara hep hayretle bakmışımdır. Görmeyi mi bilmiyorlar, sevmek bir yetenek mi yoksa, bir kabiliyet mi diye düşünmeden edemem.
   Kendini sevmeyen başkasını da sevemiyor mu yoksa?
   Üniversitede aynı odayı paylaştığım bir kız arkadaşım  geldi şimdi aklıma . Her sabah  kalkar, " Aman da ne güzelim ben, ne tatlıyım ben" diye kendine iltifatlar yağdırırdı. inanılmaz kendini severdi. Tanıdığımız hemen hemen tüm, hadi abartmayayım pek çok diyeyim erkek de ona aşıktı sanırım.       
  Tabiki ben hayretten ağzım bir karış açık, inanamaz gözlerle onu seyrederdim. Bu çılgın arkadaşım  her gün kendine yüksel bir moral vererek güne başlardı.            Gerçekten kendini olduğu kadar, başkalarını da çok kolay sevebiliyordu. Şimdilerde bir sosyal paylaşım sitesinde birbirimizi bulduğumuz arkadaşım, hala kendini eskiden olduğu gibi  kendine sık sık iltifat ediyor mu bilmiyorum "Erkek arkadaşı ve ya eşi onun bu hallerini nasıl karşılıyor acaba?" diye hep düşünmüşümdür. Düşünsene her sabah uyanıp, yüksek sesle kendine iltifatlar yağdıran birisi ile beraber olsaydın? Belki de fena olmazdı, acayip makara yapardın, ama sonrasıda sıkardı bence.
   Ben  kendi payıma hep biraz bunalımlara takıldım galiba. Şifa mı dağıtmak istiyordum ki . Acılarını benle mi unutacaktı, melankolik tipler daha mı çekici oluyordu o zamanlar? Romantikleri seviyordum ama nedense erkeklerin pek çoğu ne şiir biliyordu, ne de şair. Derinlemesine bilgisi olan ilk erkeği tanıdığımda gerçekten aşık oldum galiba.
  Yaşıtlarımın hepsi çok çocuksuydu sanırım. Benim daha farklı beklentilerim vardı . Parklarda el ele yürümek, liseli aşıklar gibi olmak istemiyordum. Göstermelik sevgililik halleri  sevmiyordum .
  En sinir gelen şeylerden bir tanesi de aşıkların birbirine isim takmalarıydı. Arkadaşlarımdan birisi "Edi" diğeri de "Büdü" diyorlardı birbirlerine. Sinir geliyordu bana.
  Eskiden kesinlikle hoşgörüm çok azmış. Sana ne di mi millet ne derse desin birbirine. Şimdilerde olsa komik bulurum, çok da gülerim . Bizim çocukluğumuz biraz  " Susam Sokağı" anıları ile doludur. Oradan esinlenmişlerdi sanırım.
  Bazen küllerin üstüne gözyaşları dökersiniz, ince ince dumanın çıkışını seyrederek. Başka zamanlarda, başka yerlerde olmak istersiniz, son bir kez duymak istersiniz  rüzgara karışmış sesini mesela. Ortadoğu ve balkanların en romantik şarkısını çalarsınız ıslıkla :

        Belki bir şarkının her sesinde 
          Belki bir sahil meyhanesinde
           Belki de içtiğin sigaranın dumanıyım
           Bir yıldız gökte kayıp giderken
           Islak bir yolda yalnız yürürken
           Bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın
           Geçmiş değil bugün gibi yaşıyorum hala seni
           Sen hep benim yanımdasın
           Gündüzümde gecemdesin, çalınmasın söylenmesin
           Sen benim Şarkılarımsın
           Sanki hiç gitmemiş hep var gibi
           Bir sırrı herkesten saklar gibi
           Sessizce sokulup ağlar gibi yanımdasın
           Beni bir şeylerden aklar gibi
           Koparmadan çiçek koklar gibi
           Hiç bozulmamış yasaklar gibi aklımdasın
           ...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

 Ben teknoloji kapsamı dışına çıkıyorum. Fırsat bulursanız bu filmi seyredin. Yani romantik olanlar seyretsin. Aldım ama seyredemedim..) Hoşçakalın...

10 Temmuz 2010 Cumartesi


ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ

             Gözlerin gözlerime değince
             Felaketim olurdu, ağlardım
             Beni sevmiyordun, bilirdim
             Bir sevdiğin vardı, duyardım
             Çöp gibi bir oğlan, ipince
             Hayırsızın biriydi fikrimce
             Ne vakit karşımda görsem
             Öldüreceğimden korkardım
             Felaketim olurdu, ağlardım
             Ne vakit Maçka'dan geçsem
             Limanda hep gemiler olurdu
            Ağaçlar kuş gibi gülerdi
            Sessizce bir cigara yakardın
            Parmaklarımın ucunu yakardın
            Kirpiklerini eğerdin, bakardın 
            Üşürdüm, içim ürperirdi          
            Felaketim olurdu, ağlardım
            Akşamlar bir roman gibi biterdi
            Jezabel kan içinde yatardı
            Limandan bir gemi giderdi
            Sen kalkıp ona giderdin
            Benzin mum gibi giderdin
            Sabaha kadar kalırdın
            Hayırsızın biriydi fikrimce
            Güldü mü cenazeye benzerdi
            Hele seni kollarına aldı mı
            Felaketim olurdu, ağlardım
                                         ATTİLA İLHAN

     Sizler ile en sevdiğim şairin ,en sevdiğim şiirini paylaşmak istedim...

9 Temmuz 2010 Cuma



 LEVO
    Seneler bizim dostluğumuzu eskitemedi. İçimizde başka şehirlere taşınan , hatta yabancı ülkelere yerleşenler de oldu. Zaman zaman bir araya geldiğimizde eski güzel günlerimizden konuşuruz. Aramızda kariyer yapanlar oldu. Hemen herkes evlenip çoluk çocuğa karıştı. Kafası çok çalışanlar iş kurup patron oldu. Yılların estirdiği rüzgardan hepimiz az da olsa nasibimizi aldık. Kimimizin saçlarına ilk aklar düştü .

   Aldığımız bir telefon haberi ile hepimiz yıkıldık. Levo ölmüştü. İçimizden bir yaprak düşmüştü.

   En hüzünlü buluşmamız onun cenaze töreni oldu. Levo burada yaşadı. Bekli de hiç kimsenin yaşamadığı gibi yaşadı. Tek bir mekan sahibi olmadan yaşadı. Birkaç gömlek ve tişört, bir iki pantolon ile yaşadı. Geriye arkadaşlarının evlerinde kalmış birkaç resim ve çokça kitaptan başka bir şey bırakmadı. Sürekli bir işi olmadığı gibi hiç de evlenmedi ve üniversiteyi bitiremedi...

   Onu, fakülteye başladığım yıl bir kafede oturuken gördüm. Kalabalığın içinde bile yapayalnızdı. Birilerinin ona takılması ile hafifçe gülümser “Ne olur bir şiir oku?” diye ısrar edilince çok güzel şiirler okurdu. Gözlerini kısarak güler ve her zaman biraz hüzünlü bakardı.

   Tanıştığımız ilk günlerin birinde, elinde birkaç kitap merdivenlere dayanmış öylece duruyordu.” Derse girmiyor musun? “deyince öyle tuhaf tuhaf baktı. Yanımdakilere “Nesi var?” dediğimde. Güldüler, “O öyledir, boş ver. “ dediler. Boş vermedim…

    Bölümde onu tanımayan yoktu. Herkesle arası iyiydi, kimseye bulaşmaz, hocalar ile takışmazdı. Sınıfta bir köşede oturur, galiba dersleri de fazla dinlemezdi. Kızlar onla ilgilense bile o kimseden hoşlandığını ve ya hoşlanmadığını belli etmezdi. Bir süre sonra ilgi göremeyen kızlar da ondan umudu kesip başkalarına yönelirlerdi.

   O yıllarda her gün traş olur, kumral saçlarını alnına düşürürdü. Bir gün kantinde otururken “Leo dedim, sakal bıraksana kimbilir sana ne kadar yakışır.” Güldü, kimse onun çocuk suratına sakal yakıştıramıyor gibiydi.

   Levo' nun öğrenciyken sürekli kaldığı bir yeri yoktu. Arkadaşlarının evinde kalırdı. Aylarca da bana konuk oldu. Onun varlığı evde hiç anlaşılmazdı. Çok gürültülü, kakara kikiri kız gülüşmelerini duyar, odasından çıkmazdı. Daha sonra bir şekilde onun evde olduğunu anlayanlar “Aaaaa, Levo’ da buradaymış.” derlerdi.

   Son görüşmemizde çınarlı yoldan dümdüz yürüdük . Yirmi yılı aşkın yaşadığı bu şehirde beraber son yürüyüşümüz olacaktı sanırım. Yorgundu, ince vücudu daha da küçük gözüküyordu. Yüzünde kirli sakallarının örtmediği yerlerde acıları ince çizgiler oluşturmuştu. O gün hasta olan ablasını görmeye eve gidecekti. Onu o akşam orada bıraktım. O uzun yürüyüşten sonra oturduğumuz kafede. “Buranın çayı çok güzelmiş ben bir tane daha içeceğim” demişti. Ben ise yeni çıkmış kitaplara bakmak üzere kitapçıya gidecektim. Neden “Beraber gidelim” demedim, hiç bilmiyorum. Aslında ne değişecekti? Gerçek oydu ki ,o akşamdan üç gün sonra bir trafik kazasında ölecekti.

   Tabutunu taşırlarken içinde o olduğuna ve gerçekten öldüğüne inandım. Dört kişi, hafif bir kutu taşır gibi onu önümüzden geçirdiler. Eve döndüğümde defterime şunları yazmaya çalıştım.

“ Sevgili Levent! Aramızdan bir haziran günü ayrıldın. Harika bir dost, sıcacık bir insandın…”

8 Temmuz 2010 Perşembe

                                        



                                                   SENE DE BİR GÜN

   Bir devlet dairesinde memur olan babam ve ev hanımı annemin yıllar sonra gelen en  küçük çocukları olduğum için yalnız büyüdüm sayılır. Ablam ve ağabeyim evden erken ayrıldıkları için kalabalık ailelere hep özenmişimdir. Kardeş kavgası yapmayı ise hiç öğrenemedim.Babamla aramda kırk yaş olduğu için "Ben seni kırkımda ektim." diye bana takılırdı. Annem ise erken doğurup büyüttüğü iki çocuğundan sonra benimle tekrar gencecik  bir kadın kadar  güzel ilgilenirdi.
   İnsanın birbirini bu kadar seven ebeveynleri olması şimdi bana nedense tuhaf geliyor. Bu yüzden mi bu kadar duygusalım acaba? Bu insanlar nasıl da birbirlerinin potasında bu kadar eriyip gitmişlerdi bunca yıl. Aşk tarafların süngülerini indirip  karşı tarafa gönüllü teslim olması mıydı?
  İkisinin de çok ayrı zevkleri vardı aslında. Babam spor sever, atletik yapılı ve içe dönük iken; annem çok dışa dönük, ele avuca sığmayan, çok güzel giyinen, anı yaşamayı seven bir kadındı. Yemek zevkleri de uymazdı. İçtikleri çay bile başkaydı.Çok küçük yaşlarımdan beri evde babamın ayrı bir çaydanlıkta kendisine ve bizlere hazırladığı bitki çaylarını annem ağzına sürmez; sevdiği Karadeniz çayından ödün vermezdi. Sabah uyanır uyanmaz hemen çayı ocağa koyar , beyaz peynirsiz asla kahvaltı yapmaz( şimdi benim olduğum gibi) bir ritüyel halinde bize kahvaltılar sunardı. Şimdiki gibi gidelim falan gölün kenarında kahvaltı yapalım, şurasının da kahvaltısı çok güzelmiş gibi alışkanlıklar olmadığı için özellikle hafta sonları üç kişilik kahvaltılarımız mükemmel olurdu. Çeşit çeşit ev reçelleri, beyaz peynir, siyah zeytin, tereyağ, omlet, tavada otlu peynir kızartması  olmazsa olmazlardandı. Beyaz masa örtüsünün üstünde ince belli bardaklarla içilirdi çaylar. Ekmekler sıcacık, köşesi koparılacak cinsten olurdu.
   Bu evde herkes biraz ünlü bir artiste benzerdi.Yakışıklığı ile dikkatleri üzerine çeken ağabeyim Tarık Akan, cıvıl cıvıl neşesi ve upuzun siyah saçları, çekici fiziğiyle ablam Audrey Hepborn  ,fırça gibi saçları, atletik fiziğiyle babam Cüneyt Arkın,güzelliği diller destan, kara gözlü  annem ise Türkan Şoray' dı. Benim ise küçükken neye benzer bir şey olduğum belli olmadığı için ben sadece çubuk kırakerdim.
 Annem ve babamın o kadar ayrı iki karekter olmasına rağmen  en önemli ortak noktaları sinemaya olan tutkularıydı sanırım. Evliliklerinin ilk yıllarında küçük bir  bebek olan ablamı,henüz   genç bir delikanlı olan kuzenime bırakıp sinemaya gittiklerini ailenin büyükleri anlatırdı. Bizimkiler gelene kadar  ablamı ayağında sallayan kuzenim, ikisinin çok hoş bir çift olduklarını sık sık anlatır. Çok güzel  tango yaparlarmış mesela.Ben görmedim ama dans ederlerken herkes onlara bakarmış.
    Ben küçük bir kızken ailemle çıktığımız tatillerin tadını hep hatırlarım. Uzun yol boyunca babam şarkılar söylerdi. Bunlardan en çok aklımda kalanı "Senede Bir Gün"  şarkısıydı.
                                    Gönlümde açmadan solan bir gülsün
                                    Her zaman gamlıyım her zaman üzgün
                                    Beklerim yolunu aylar boyunca
                                    Yeter ki gel bana senede bir gün

                                   Ağarsa saçlarım
                                   Solsa yanağım
                                   Adını anmaktan yansa dudağım
                                   Bu aşka canımı adayacağım
                                   Yeter ki gel bana senede bir gün
Bu güzel sözler daha minik bir kız iken aklıma öyle bir yerleşmiş ki ilk öğrendiğim şarkı olduğuna eminim.
   Yıllar sonra filmi izlediğimde de, şarkıyı her duyduğumda da, ya da söylediğimde  de  annemle babamın  yarım asırlık büyük aşklarını hatırlarım,çok duygulanırım. Şimdi bir servinin gölgesinde körfeze karşı yatan kraliçe arının aziz anısına bir fatiha yollarım...
Aşkı bilen, aşkla dolu tüm gönüllere sevgilerimle...

6 Temmuz 2010 Salı

Merhaba sevgilim…
Asırlar geçti görmeyeli seni...
Özlemin içimde bir kor,
yüreğimse yangın yeri.
Yıldızlar kadar uzaktasın benden
Ve şiirin mısraları kadar yakınsın şimdi
Bir bahar günü ayrıldığımızdan beri neler mi değişti?
O uçarı kız gitti şimdi
Daha bir duruldum sanki
Daha bir anlar oldum
içtiğim bir yudum suyun tadını
Aldığım her nefesin kıymetini
Bunun dışında,
Hep aynıyım ben oysa,
Hala yüzüm hep kapıya dönük
Bekliyorum bir gün çıkıp gelmeni.
Bir kurt kemiriyor içimi sürekli,
Hasretin sarıyorDüşünüyorum seni…
Bir ses fısıldıyor kulağımda
Soruyor hep seni
“Kumral saçları vardıHala dalgalı mı? diyor”
"Teninde Karadeniz’in tuzu duruyor mu?"
Hala sıcak yaz geceleri gitar dinliyor mu?
Hiç beni düşünüyor mu?
Ayrılık gölgesini ne zaman düşürdü üstümüze
Büyük harflerle ne zaman eklendi
Adımızın önüne
Sen ince ve sıcak
Ben ürkek ve çocuk
savrulduk böyle
Bahar getir onu bana,
Sıcacık tutsun elimi

5 Temmuz 2010 Pazartesi





Gülü öpüp, dudaklarıma bastırdım. Harika kokuyordu. Merdivenleri çıkıp odamın kapısında bir kaç dakika içeri giremeden öylece kaldım. Kolu indirip eski kapıyı gıcırtı ile açtım. Artık güneşten rengi solmuş perdeleri hafifçe araladımda içeriye ince bir ışık girdi. Odamdaki tüm eşyalar bıraktığım gibi duruyordu. Duvardaki kitaplarım sararmıştı. Onunla tanıştığım günlerde okuduğum bir kitabı elime aldım. Tahmin ettiğim gibi içinden kurumuş bir gül çıktı.Gülü parmaklarımla sevip, okşadım.Sanki onun tenine dokunur gibi.Bana verdiği güllerden sadece biriydi.İkimizin elinin değdiği son güllerden biri olmalıydı.Yaprakları sararmış kuru çiçeği büyük bir özenle kitabın içine geri koydum. Masanın üzerindeki takı kutumun içinde gelişi güzel bırakılmış küpe ve kolyeleri karıştırırken,özenle minik bir kesenin içine koyduğum midye kabuğu dikkatimi çekti.
Okuldan kaçtığımız o gün Büyükada' da, uzun ve meşakkatli yokuşu tırmanıp, Yücetepe Kır Gazinosunda oturmuştuk. Nedense ikimizde yaklaşmakta olan üniversite sınavından konuşmak istemiyorduk ama söz dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu. Hatırlamak istemesekte bir sınava girecektik.
İkimizde lisenin son sınıfındaydık.Ben hafta sonları dershaneye gidiyordum.O ise okulun basket takımında olduğu için sürekli antremanlara katılıyordu. Çok başarılı oldukları için okul takımı ile resimleri gazetelere çıkıyor, ben bunları kesip saklıyordum. Tabi gözüm ondaydı. Diğer ergenlik sivilceli, gözlüklü oğlanlara hiç bakmıyordum. En yakışıklısı oydu. İnanılmaz güzel ela gözleri vardı. Gözlerine bakınca dağları, bulutları,çimenleri, denizleri görüyordum. Gözlerine bayılıyordum. Geceleri uyumadan önce, beni kollarına aldığını düşündüğümde,kalbim çarpıyordu. Tahtada soru çözerken, defterime bir cümle yazarken, ailemle sinemada flim izlerken , şarkı dinlerken, konuşurken, kahküllerime şekil verirken,her an ,her an aklımdaydı.
Kocaman basket topunu avucunun içinde kavrayıp tutabiliyordu. Okulun spor salonunda bana tek kişilik gösteriler yapıyordu. Üçlük, ikilik atışlar yapıyor. "Senin için" gibi bir işaret yapıyor, sonra basketi atıyordu.Havalıydı, okulda bütün kızların gözü ondaydı.Boyum uzun olduğu halde yanında çok zayıf olduğum için heralde ufacık kalıyordum.
Sanki ikimizde yaklaşmakta olan sınavdan, umursamıyormuş gibi gözüksekte korkuyorduk. Elele yokuş aşağı yürüdük.Sahile indik. Dolaşırken bir avuç midye kabuğu topladık. Hatırlıyorum kot kumaşı kalem kutular kızlar arasında çok modaydı.
O gün eve dönerken kalemkutumun içinde midye kabuğu getirdiğimi kimse bilmedi.

SÜRECEK...